Uzun sayılabilecek bir süredir iftar sofalarına davet edilirim.
Bu nedenle sadece kuş sütü – kuru üzümün eksik olduğu zengin sofralarında yapılan iftarlara çok tanık oldum.
Ve fakat
9-10 kişilik ailelerde ortaya konan bir tenceredeki tarhana çorbası ile bulamaca çalakaşık girişilerek yapılan iftarları da bilirim.
Ki;
Çocukluk yıllarımı yaşadığım köyümüzde öyle sofralarda iftar açıldığını hatırlarım hala.
İki yıldan bu yana iftar davetlerine katılmıyorum.
Bu kararı almamın iki nedeni var.
Birincisi beni davet edenlerin genellikle o sofraları beş yıldızlı otellerde kuruyor olmaları.
Bu sofralarda eksik bir şey bulamazsınız.
Tatlısından tuzlusuna her şey oluyor yani.
Çoğu da yenmiyor, ziyan oluyor.
Zaman zaman hava kararmaya yüz tuttuğunda semt pazarlarına giderim.
Benim yoksul ama onurlu halkımdan bazıları, görünme korkusuyla olsa gerek, çoğu kere gizlenerek, satılamayan pazar artıklarını toplarlar, onlardan çoluk çocuğuna sofra kurarlar.
Onları izlerim uzaktan.
İşte o kuş sütü – kuru üzümün eksik olmadığı sofalardaki israfı gördüğümde o pazar manzaraları aklıma düşer ve lokmalar boğazıma dizilir aniden.
Davetleri boykot nedenimin ikincisi ise bir gurup meslektaşımın, bu durumu suiistimal etiklerine olan inancımdır.
Bir gazetecinin davet edilme nedeni o sofranın ve sofrada konuşulanların haber yapılmasıdır. Ama bunu unutarak, davete aile boyu iştirak eden arkadaşlarımız oluyor ve ben bundan son derece rahatsız oluyorum.
Yener Cabbar da geçenlerde iftar sofralarına neden katılmadığını yazmış.
O katılmıyor ve nazikçe reddediyor davetleri ama ‘’Mahalle iftarlarına gidelim ‘’ dedi geçenlerde.
Hani şu belediyelerin halk için kurduğu iftar sofraları var ya onlara yani.
Yener Cabbar ve İsmail Başaran’la birlikte habersizce Canik Belediyesinin bir dağ köyünde kurduğu sofraya konuk olduk.
Binlerce kişiyle aynı anda iftar yaptık.
Canik Belediyesinden az sayıda bürokrat ve Canikli bir iki siyasetçi ile çevreden muhtarlar da vardı ama sofradakilerin çoğunluğunu o dağ köyü ile çevre köylerden gelenler oluşturuyordu.
Sofanın kurulduğu masalar uzunlamasına sıralanmıştı. Oturduğumuz yerin üç sandalye uzağında yaşları dokuz ila 10 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim iki çocuk da davetliler arasındaydı.
Yemek bitiminde sofradan kalkarken çocukların hala masada oturduklarını fark ettim. Çocuklardan biri masada kalan suları ve ekmekleri toplayarak masanın altına gizlediği bir poşete koyuyordu.
Ekmek dediysem kırıntı değil hani.
Şu beş yıldızlı otellerin sofalarına konulan ve naylon poşete sarılı poğaça büyüklüğündeki ekmekler var ya onlardan.
Şehir ekmeği yani.
Çocuk onları topluyordu.
Ki;
Biz ona çocukken ‘’Has Ekmek’’ derdik.
Köyde yaşayan bir çocuk için has ekmeğin ne kadar değerli olduğunu bilirim.
O manzara karşısında otel restoranlarında kurulan sofralara katılmama kararımın ne denli isabetli olduğunu anladım.
Yener Cabbar ve İsmail Başaran’la birlikte ‘çat kapı’ yaparak bir iki kez daha belki belediyelerimizin halk için kurdukları iftar sofalarına katılacağız.
Ama beni zengin menülerin olduğu iftar soflarında göremeyeceksiniz.