Tam 55 yıl olmuş…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu, İstiklal Savaşımızın Başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk için ilk gözyaşımı döktüğüm günden bu yana geçen zaman.
O dönemde Bursa’nın Mudanya İlçesi’ne bağlı Tirilye Nahiyesindeki tarihi taş bir okulun dördüncü sınıfında okuyordum.
10 Kasım günüydü.
Okulun içindeki salonda Atatürk’ün ebediyete intikalinin yıldönümünde anma programı düzenleniyordu.
Masanın üzerinde bir Atatürk resmi vardı.
Mozole durumuna getirilmişti.
Her iki yanında birer meşale yanıyordu.
Meşalelerin yanındaki iki izciden birisi bendim.
Hatırladığım kadarıyla biz izciler iki üç dakikada bir oradaki nöbetimizi tutuyor sonra da yerimize diğer arkadaşlarımız geliyordu.
Nöbet yerinde henüz bir dakikamı bile doldurmamıştım.
Gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı.
Durduramıyordum, nöbet sürem bitene kadar sürmüştü gözümden akan yaşlar.
Belki Atatürk sevgisiydi gözümden yaşları akıtan, belki de meşaleden çıkan duman…
O günden sonra her 10 Kasım gününde saat 09.05’de sirenler çalmaya başladığında, hayat durduğunda gözümden hep aktı o yaşlar.
Yıllar yılları kovaladı.
Dün de 10 Kasım’dı.
Evden çıkmamıştım henüz.
Televizyonlarda Ankara’daki Anıtkabir törenlerini izliyordum.
Sivil ce Askeri erkânın Atatürk’ün mozolesine çelenk sunmalarını izliyordum.
Siren sesini duyunca, ayağa kalktım.
Ve 55. Yıl geçmesine rağmen yine gözlerimden yaş geldi.
Oysa yanan bir meşale yoktu çevremde.
Düşündüm; neydi gözümden yaş akmasına neden olan?
Meşale dumanı değilse neydi?
Atatürk sevgisi mi bunun adı…
ATATÜRK'Ü ANMAK...
Süslü cümlelerle, savaşları, devlet adamlığı gibi vasıflarını anlatacak değilim. Her 10 Kasım günü saat dokuzu beş geçe öyle yapardık böyle yapardık da demeyeceğim.
Ben bugün Atatürk'ün neden insanların gönüllerine taht kurduğunu bazı küçük notlarla anlatmaya çalışacağım.
O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağları eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu:
- Asker ağlamaz arkadaş, sen neden ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
- Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
- Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, erin omzuna elini koydu:
- Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.
XXX XXX XXX
Bir tarihte Eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih Bozok'a;
- Bu çınarları hatırlıyorum... Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!...
Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; arabadan inip, büyük bir tevazuuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.
Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegâne ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince "Gazi" pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:
- Adın ne?...
- Yusuf!...
- Buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?...
- Nasıl hatırlamam, paşam?... Maiyetinde çavuştum!...
- Maiyetimde mi...
Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!... Hep emrinde savaştık.
Büyük kurtarıcı, zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; Gazi Yusuf Çavuş!... deyince, eski asker el bağladı:
- Estağfurullah, paşam!... Gazi sizsiniz!...
- Rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de Gaziyiz!...
Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfunu göstererek, ilave etti:
- Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!...
- Şerefte daim ol paşam!...
Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:
-Allahaısmarladık, silah arkadaşım!...
XXX XXX XXX
İstanbul'un işgal günleri; başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu’nun bir köşesinde otururlar. Mustafa Kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruşturdular. Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri’nden bahseden ve daima Mustafa Kemal'in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.
Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa Kemal'in cevabı hem nazik, hem kesindir:
-Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.
XXX XXX XXX
Atatürk'e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk'e arz ettiler. "Mahkemeye veriyoruz" dediler. "Size küfür etmiş." Atatürk sordu: "Ben ne yapmışım ki ona?" Evrakı tetkik edenler açıkladılar: "Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan." Atatürk'e bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş: "Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?" "Hayır." "Ben Trablus'tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!"
XXX XXX XXX
Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
- Bu köşk kimin?
- Kirkor'un...
- Ya şu koca bina ?
- Yargo'nun
- Ya şu ?
- Salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?
Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
- Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...
Atatürk bu hatırasını naklederken:
- Hayatımda cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.
GÜNÜN SÖZÜ
Ne insanlar gördüm üzerinde elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok. Mevlana